“Yalnızca cuma namazı kılmak için kilometrelerce yol giderdik.
Halil Ermiş ve Mahinur Ermiş, elli yıldır Fransa’da yaşıyorlar. Halil Ermiş, 1972 yılında geldiği Fransa’da Besançon kereste fabrikasında çalışmaya başlar. Kısa bir süre sonra eşini de götürür. Mahinur Hanım, o günleri anlatırken derin bir iç çekiyor:
“Buraya bir geldim ki ne dil biliyorum ne de yol. Bir eve geldim, ev dediysem, şöyle bir küçük oda. İçinde bir yatak var. İnce ince dört battaniye. Hepsi bir parmağım kadar ya eder ya etmez… Doğru düzgün hiçbir ev eşyası yok. Üst kat komşum vardı, bir Arap kadın. Bir gün geldi misafirliğe ama oturtacak yerim yok. En azından, oturacağı döşeğin altına bir yastık koyayım dedim. Ama yastığı da öyle, odunlardan yaptım. Kadın geldi bir oturdu, tangır tungur etti yatak. Oturmasıyla kalkması bir oldu. ‘Bu nedir böyle!’ dedi. Ben de, ‘Yastık ettim odunlardan, yatağın altına koydum’ dedim. Kadın, ‘Yarın bana gel, bir şeyler vereceğim’ dedi. Sevincimden uçtum bana yastık verecek diye. Ertesi gün gittim, bana kocaman bir yastık verdi. Ne çok sevindim... Çok sıkıntılar çektik. Kızları gelir, yardım ederlerdi bana. Pirincin, bulgurun, yağın tuzun adını yazıp benim önüme onları koydu. On-on beş kelime oradan öğrendim.”
Fransa’da ona en zor gelen, yalnızlık olmuş.
“Yalnızlıktı beni en çok üzen. Kimse yok, her gün akşama kadar evin içinde otur Allah otur canım çıkardı. Televizyon yok, radyo yok. Birkaç Türk var ama onlar da çok uzakta.” Türklerin yoğun olarak yaşadıkları yerlere giden işçiler bir nebze daha kolay geçirirler ilk dönemlerini. Ancak Halil Ermiş yalnız kalmıştır, çevresinde çok az Türk vardır. Her şeyi kendisi tecrübe etmek ve öğrenmek durumundadır. “Bir gün bir mağazaya gittim, meğer mağazanın iki kapısı varmış, girdiğim kapıdan değil de öbür kapıdan çıkmışım. Kayboldum o gün, köyün altını üstüne getirdim. Saatler sonra bulabildim evi. O gün nefret ettim, belki cebimde bilet param olsaydı geri dönerdim Türkiye’ye.”
Memleket hasreti hiç bitmez. Hep kanar durur bir yerde. Şöyle anlatıyor o günleri Halil Ermiş: “Kaset alıyorduk Türkiye’den, gidince izleyelim diye. Kasetleri izlerken Türkiye sahnesi gelince ağlıyorduk. Buradan arabayla giderken de Türkiye’ye 100 km kalınca başlardık ağlamaya. Öyle bir hasretlik oluyordu… Şimdi alıştık artık eskisi gibi ağlamıyoruz, burası da kendi vatanımız gibi olmuş. Ben yirmi dört yaşımda geldim buraya, şimdi yetmiş iki yaşımdayım Ama içimizdeki vatan Türkiye’dir. İçimizden çıkmıyor, çıkmaz da…”
“En çok zoruma giden, Türkiye’ye gittiğimizde ‘Alamancılar’ demeleri oluyordu. Bir keresinde birine, ‘Biz Almancı değiliz ki, Türk oğlu Türk’üz!’ dedim. Ama orada yabancı bir işçiyiz. Adam, ‘Özür dilerim’ dedi. Ben de ‘Bir daha duymak istemiyorum’ dedim.”
Mahinur Hanım, pek çok hastalıkla da boğuşmak durumunda kalmış.
“Çok hastanelerde yattım. Birinde on ay kaldım. Hemşireler hep güzel ilgilendiler benimle. On üç kez ameliyat geçirdim. Bir doktorun hatası yüzünden ayağım topal kaldı böyle. Çok sıkıntılar çektim bu yüzden, hâlâ da çekiyorum. Ama burada çok güzel günlerimiz geçti. İyi komşularımız oldu. Fransız halkından da memnunuz. Burada öyle yabancı düşmanlığı yaşamadık ya da biz hiç hissetmedik. Şimdi beş çocuğumuz var, üç oğlan, iki kız. On üç de torunumuz var. Hepsi Fransa’da, Guebwiller’de yaşıyorlar. Allah’a şükür, hepsinden memnunum. Çocuklarımdan da gelin kızlarımdan da Allah razı olsun.”
Halil Ermiş ise o günlere dair unutamadığı bir cuma anısını şu şekilde anlatıyor:
“Yalnızca cuma namazı kılmak için kilometrelerce yol giderdik. Hatta bir keresinde hususi bir şekilde Thillot’tan Mulhouse’a geldik ama Cuma namazını eda edecek bir cami bulamadık. Sonunda arkadaşın biri imam oldu, biz de dağın tepesinde cuma namazını kıldık. Gençlere vasiyetim olsun, kazançlarına haram karıştırmasınlar. Çok şükür biz haram yemedik, yedirmedik. Alnımızın teriyle geldik bugüne kadar. Ne kazandıysak alnımızın teridir. Biz birbirimizi ayıptır söylemesi, seviyor sayıyoruz ya, o yeterli. Para neymiş ki, önce sevgi olsun…”
Kaynak: İnsan Hazineleri Birinciler