Hayy Bin Yakzan Ve Hakikati Arayış
Oluşum romanı” veya ‘’Bildungsroman’’ olarak bilinen terim, ilk olarak 18. yüzyıl Almanyası’nda ortaya çıkmıştır. Bu türde, genellikle genç bir ana karakter ve kendisini topluma kabul ettirme süreci ele alınır. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, toy bir karakter, romanın sonunda olgun bir birey hâline gelmiş olur. Yani oluşum romanında yazar bir karakteri merkeze alır ve eğitir.
Batı edebiyatından bir örnek vermek yerine, bundan yaklaşık 900 yıl geçmişe, Endülüs’e giderek Gırnatalı Müslüman mütefekkir İbn-i Tufeyl’in kaleme aldığı Hayy bin Yakzân adlı eseri incelemeyi tercih ediyorum. Arap edebiyatının vazgeçilmez eserlerinden biri olan bu kitabın mevzusu, bir adada yalnız olarak büyüyen bir çocuğun karşılaştığı zorluklar, doğuştan gelen kabiliyetler ve içinde bulunduğu şartlar gereği edindiği tecrübeler neticesinde olgunlaşmasıdır. Yazarın asıl vermek istediği mesaj karakterin tefekkür ederek Allah’ı bulmasıdır.
Roman, ana karakter Hayy’ın bebeklik döneminde başlar. Bu adaya nasıl düştüğüne dair iki kuram vardır. Bunlardan birincisi, adada kendi kendine balçıktan meydana gelmesidir. İkincisi de başka bir yerden, bir sandığa konularak suya bırakılması ve bu ıssız adaya gelmesidir. Anlatının devamında onu bir ceylan emzirir ve sahiplenir. Yedi yaşına geldiğinde ilk defa utanma duygusu yaşar ve kendi çabasıyla edep yerlerini örter. Zaman ilerledikçe başka bir hissiyat, üzüntü ile karşı karşıya kalır. Annesi bildiği ceylan hastalanıp öldüğü vakit hayatı sorgulamaya başlar. Ceylanın ölmesiyle derin üzüntü duyan Hayy, bunun üzerine ölüm ve yaşam, beden ve ruhla ilgili arayışlara dalar ve aklederek bu kavramları anlamaya çalışır.
Anne ceylanın cesedi üzerine araştırma yaptıktan sonra, kendisini hayata döndüremeyince ölüm olgusunu kabul eder. Dolayısıyla canlıları yaşatan ve hareket ettiren bir şeyin olduğunu düşünmeye başlar. İbn Tufeyl, romanda yan karakter kullanmayıp eğitici rolünü Hayy’ın kendisine vermiştir. Hayy’ın duygu ve düşüncelerinden yola çıkarak edindiği bireysel deneyimleri bunu gösterir.
Bir gün kamışların sürtünmesiyle çıkan yangın vesilesiyle ateşle tanışan Hayy, hayretle alevleri izler ve yaklaşmaya çalışır. Elini uzattığında canı yanar, bunun üzerine ateşle arasına mesafe koyar. İçine attığı her şeyi kendine çeviren ateşten farklı yollarla yararlanmaya karar verir. Ateşin içine balık attığında lezzetli bir yiyeceğe dönüştüğünü görür ve et türü gıdaları pişirerek tüketmeye başlar. Zamanla ateş üzerine tefekkür ettikten sonra; ısı, sıcaklık ve canla aralarında bir zıtlık olduğunu fark eder.
Yirmi yaşına geldiğinde hayvanların organ yapılarını ve yaşam biçimlerini gözlemler. Onların karakter ve ruh hâllerine dair edindiği bilgiler sonucunda, derilerinden giysi, boynuzlarından farklı silah ve aletler üretmeye başlar. Bazı hayvanları evcilleştirirerek bazılarından da avlanmayı öğrenerek fayda sağlar. Artık zanaat sahibi olması hasebiyle hayatını bir düzene sokar ama yine de tam anlamıyla tatmin olamaz. Nebatat ve hayvanat üzerine girdiği derin düşünce sonunda kesrette vahdet bilgisine erişir yani çoklukta birliği görür. Her canlı ve cansız varlığın birbirine benzediğini ve hepsinin bir dış güç tarafından meydana getirildiğini kabul eder, bir yaratıcı olduğuna inanır.
Hayy artık 28 yaşındadır ve bu zorunlu varlığı tanımaya yönelir. Görüp işittiği her nesne ve cisimle birlikte, gökyüzünün de sınırlı olduğunu fark edince zorunlu varlığın bunlardan bağımsız olduğunu düşünür. Her şeyin mutlaka bir yaratıcıya ihtiyaç duyduğuna inanır. Tekrar derin düşünceye daldığı gibi her şeye yaratıcının bir tecellisi olarak bakar ve hayranlığını artık gizleyemez. Yaratıcıyı akıl ve duyularıyla değil, tefekkürle anlamaya çalıştığında 35 yaşına gelmiştir. Nefsini terbiye etmek ve hayatına belli bir düzen getirmek isteyen Hayy, artık daha az yemeli, canlılara yardım etmeli ve en önemlisi daha fazla düşünmelidir. Oluşturduğu bu ahlaki düzen yaratıcının, yani Allah’ın emirlerine eş değerdir. Bu düşüncelerin gözlemlediği hayvanlarda olamayacağını, kendisi dışında başka bir varlığın Allah’ı bilebilme şuuruna sahip olamayacağını fark eder. Gökteki cisimlere bakınca diğer varlıklarla aralarında farklılıklar olduğunu görür ve onlar gibi parlak olmaya gayret eder. Hatta onlara uyarak dairesel hareketlerle ibadet eder ya da etmeye çalışır.
Artık yaşı ilerlemektedir. Hayy, kırk dokuz yaşına ulaştığında hiçlik, yani fena makamına erişir. Hakikat bilgisini elde ettiği bu zamanda Absal isminde bir sufi gelir adaya. Bu zat, ilahi mesajı peygamberler aracılığıyla almış, manevi mertebesini artırmak için adaya tefekküre dalmaya gelmiştir. Kendisiyle iletişime geçebilmek için Hayy’a önce dilini ve ardından dinini öğretmek ister.
Bunu yaparken Hayy’ın kendisinden daha derin bir ilme sahip olduğunu fark eder. Absal, Hayy’ı kendisinin geldiği adaya götürür ve Hayy’ı arkadaşı Salaman’la tanıştırır. Salaman, dini yalnızca uygulayan ve bununla yetinen, bir kimsedir. Hayy, ada halkına bunun yetmeyeceğini anlatmak istediğinde halk kendisine öfkelenir ve söylenenlerin tersini yapmaya başlar. Bunu gören Hayy gittiği yolun, üstün kavrayış ve anlayış sahibi insanlara has olduğunu fark eder, toplumun yoldan sapmaması için dinin salt hâline uymalarının yeterli olduğunu söyler. Bunun üzerine Hayy ve Absal ıssız adaya geri dönerler ve hayatlarının sonuna kadar ibadetle meşgul olurlar.
İbn Tufeyl, ilahi kaynaklar olmadan felsefi düşünceyle de imana ulaşmanın mümkün olduğunu anlatmak ister ve ana karakteri ıssız bir adada topluluktan uzak bir şekilde yaşatıp tefekküre daldırır. Yazar, anlam arayışına başlangıç olarak her ne kadar anne ceylanın ölümünü gösterse de kahramanın hiçlik makamına götüren yolda dış faktörlerden çok, karakterin kendi kendine edindiği deneyimler belirleyici olur.
Dolayısıyla ben de bu yüzden anlatımın özetinde karakterin iç âlemine dikkat çekmeye çalıştım. Yazının başında her ne kadar Hayy bin Yakzan’ın diğer oluşum romanları gibi yan karakter içermediği belirtilmiş olsa da anlatının sonlarına doğru ana karakterin güçlendirilmesi için iki yan karakter eklenir. Bunlar Hayy karakterini desteklemek için hikâyeye dâhil edilir ve ana karakteri toplumla tanıştırırlar. İbn Tufeyl, Absal ve Salaman karakterleri ile Müslümanlar arasındaki iki farklı gruba dikkat çeker. Bunların birincisi; kemale ermiş sufileri temsil ederken ikinci grupsa salt dinini yaşayan toplumu işaret eder.
Hayy’ın olgunlaşma süresince karşılaştığı bütün zorluklar dışarıdan gelmiştir. Bir ceylan vesilesiyle hayata tutunan ve kendisini ceylan sanan Hayy, tıpkı bu hayvan gibi hareket eder ve onun gibi iletişim kurmaya çalışır. Bununla yetinmeyip ulumaya ve ötmeye dahi başlamıştır fakat bu tutum, kendisini vahşi hayvanlardan korumadığı gibi onlara yakınlaştırmamıştır da. Diğer ceylanların sonradan boynuz çıkardıklarını görür ve bu değişimin kendisinde olmadığını fark eder. Hayvanlardaki sivri diş, pençe ve kürk gibi değişimleri kendinde göremediği noktada, onlardan farklı olduğunu düşünmeye başlar. Onlarla girdiği mücadelelerde kolayca yaralanır ve zayıf düşer. Bu tespitlerden sonra aklını ve ellerini kullanarak ölü hayvanların ceset parçalarını, taş ve başka malzemeleri kullanarak alet, silah ve farklı hava şartlarından korunmak için giysi ve barınak dahi yapar. Artık hayvanlar kendisinden korkmaya başlar. Böylece Hayy, dışarıdan gelen sıkıntılardan kurtulur ve iç dünyasına yönelir.
Absal’la karşılaşana kadar iç dünyasıyla meşgul olur. Absal’la tanışınca ulaştığı ilim ve hakikati başkalarına anlatma ihtiyacı duyar. Böylece toplumla yüzleşip toplumun kabul ettiği şekle girmiş olur. Absal’la tanıştıktan sonra tek insan olmadığını anlar, kendi adası dışında da yerleşim yerleri olduğunu öğrenir. Diğer insanlara hakikat bilgisini anlatmanın verdiği heyecanla çıktığı yolculuk hüsranla sona erer. Nitekim elde ettiği bilgileri diğer insanlara anlatacağını ve kabul göreceğini sanar. Sonra bu bilgilerin herkes tarafından kabul görmeyeceğini, daha doğrusu idrak edilemeyeceğini anlar. Topluma karşı sorumluluğunu gözden geçiren Hayy, insanların hakikat bilgisini kavrayamadığını ve buna farklı dünyevi menfaatlerin neden olduğunu tespit eder. Toplumun beklentileri doğrultusunda peygamber öğretisini tebliğ etmekten vazgeçer. Onları olduğu gibi kabul eder ve toplumun istediği kalıba girer.
Hayy bin Yakzan, kendisi dışında başka bir insanın olmadığı bir adada doğar ve akıl yoluyla Allah’ı, din ve ibadet kavramını keşfeder. Bu süreci ateşleyen olay ilk başta anne ceylanın ölümü gibi gözükse de aslolan yaratıcıyı arayış içinde olmasıdır. Dış dünyanın etkisi ve iç dünyasındaki karmaşıklık hakikat bilgisine ulaşmasına vesile olur. Ulaştığı hiçlik makamında yalnız başına ilerlerken birden karşısına çıkan Absal ile gittikleri şehirde koyduğu nizamı uygulayamaz ve bunun toplum için aynı şeyi ifade etmediğini görür. Doğuştan gelen akıl, mantık, hayâ ve sorgulama gibi özellikleriyle kendi eğitimini tamamlayan Hayy, gittiği yerde toplumla uzlaşır ve Absal ile kendi adasına geri döner. Ömrünün geri kalan kısmında ibadet ve tefekkürle meşgul olur.
Yazımı bitirirken tekrar hiçlik mertebesine vurgu yaparak üstat Necip Fazıl’ın pek manidar olan cümlelerini paylaşmak isterim.
“Dünya, gerçek varlıktan üzerine iplik gibi tek bir istidat ve ihtimal ışığı düşmüş öyle bir hiçlik planıdır ki; bütün insanlık, muazzam bir hevenk şeklinde o incecik ipliğe yapışıp sonsuz kurtuluşa çıkabilir.”